Öğretmenliğe addedilen kutsiyet herhalde başka hiçbir meslekte yoktur. Hatta buna bir meslek denmesi dahi onun gerçek anlamını vermekten aciz kalır. Bir bireyin yetişmesi, güzel bir ağacın yetişmesine benzer; sabır gerektirir. Önce tohumlar serpilir toprağa, sonra büyük bir titizlik içinde duru bir su ile sulanır, candan can verilir adeta… Sonra o itinayla serpilen tohumlar filizlenir, dallanır, budaklanır. Sonra gün gelir, filizler olgunlaşır, büyür, artık kök salar toprağa… Git gide genişleyen gövdeden yukarıya doğru çıktıkça yeşillere bürünen dallar uzar, ağacın dört bir yanını sarar. Bir tohumla başlayan bu hikâyenin sonunda yeşillere bürünen o güzel ağaç, kimilerine sığınacak bir gölge, kimilerine yiyecek bir meyve, kimilerine de de engin bir güzellik bahşeder.

Öğretmen, toprak kadar berrak olan minik dimağlara aydınlık bir geleceğin tohumlarını büyük bir itinayla serper. Bu tohumlar, tıpkı sabırla yetiştirilen o güzel ağacın yeşillere bürünen dallarının dört bir yanı sarması gibi, bizleri, dört bir yanımızı sarar; çünkü her birimiz bizleri yetiştiren öğretmenlerimizin eseri olarak bugün buradayız. 

Ben, beni yetiştiren öğretmenlerimden öğrendiklerimi burada aktarmak dışında pek bir şey yapmıyorum aslında… Ben, siz ya da bir başkası, hepimize bir öğretmen dokundu, hepimize bir öğretmen bu tohumları ekti, filizlendik, büyüdük ve belki de bu yüzden, onları hiçbir zaman unutmadık. Belki de bu yüzdendir ki, onlara emsalsiz bir minnet besliyoruz, çünkü biliyoruz ki hepimiz, öğretmenlerimizin dimağlarımıza itinayla serptiği aydınlık tohumlarından beslendik, besleniyoruz ve besleneceğiz.

Şahsen ben, ilkokuldan liseye kadar olan eğitim öğretim hayatım boyunca bana dokunan, yukarıda ifade ettiğim tabir ile, beni duru bir su ile sabırla sulayan, filizlendiren öğretmenlerimi hiç unutmadım. Hepsini saygı ve minnet ile anıyorum.

Öğretmenlik sabır gerektirir demiştik… 

Bu süreçte yalnızca tohumların filizlenmesini beklemez öğretmen, mücadele etmesi gereken çok sayıda etken vardır. Yaşadığımız coğrafya, bu bakımdan, öğretmenler için daima zorlu bir yer olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında öğretmenlere ne tür zorlu bir görev düştüğü hepinizim malumudur. Anadolu fakirdir, ama ondan öte bir sıfat ile tanımlayacaksak, cahildir de… 

Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam’ında geçtiği üzere, yerini yurdunu dahi bilmeyen, vatan deyinde köyünün meydanındaki çeşmeden ötesini anmayan, dini sorulduğunda tam bir yanıt veremeyen, hele ki “Türk müsün?” dendiğinde “Estağfirullah” demekten ileri gidemeyen bir Anadolu panoraması üzerine kurulan Cumhuriyet’in öğretmenleri gerçekten çok zorlu zamanlardan geçmiştir. 

1940’lı yılların ikinci yarısına ait gazeteleri okurken arka sayfalarda bir haber görmüştüm. İzmir’in Torbalı ilçesinde bir köy öğretmeni, öğrencilerinin eksikliklerini gidermek için yazın onlara okulda ücretsiz kurs vermek ister. Bunu duyan köylüler, okulu basarak öğretmeni darp ederler. Sebebi de basittir, öğrenciler yazın tarlalarda çalışacaktır, kurs da neyin nesidir şimdi?! Bu örnek bana kalırsa çok ama çok küçük bir örnektir, Türkiye’nin Batı kıyılarından bir örnektir bu… 

Peki ya diğer yerler? “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, gitmesen de görmesen de o köy bizim köyümüzdür” diyerek öğrendiğimiz, uçsuz bucaksız sarp dağların, engin ovaların, boydan boya çayırların ve nihayetinde bitmek bilmeyen yolların ardında kalan köylerde durum çok mu farklıydı? Sanıyorum tahmin edilebilir. Bu ülkede öğretmenler yalnızca ektikleri tohumların filizlenmesinde gösterdikleri sabır ve çaba ile değil, yoksulluk ve cehalet ile verdikleri mücadele ile de takdirle anılmalıdırlar.

Bugünü anarken, bir ulusun aydınlık tohumlarını eken Başöğretmenimizi de anmak isterim…

Başöğretmen Atatürk’ün, eğer Cumhurbaşkanı olmasaydı Milli Eğitim Bakanı olmak istediği bilinen bir gerçektir. Eğitim, onun hedeflediği yoldaki en önemli kilometre taşı olmuştur. Her şeyden önce kendi aldığı eğitimin değerini çok iyi bilmektedir. 1918’de kısa bir tedavi süreci için bulunduğu Karlsbad’da günlüğüne, bunca eğitimden geçtikten, bunca kitabı okuduktan ve nihayetinde belirli bir kültür düzeyine eriştikten sonra nasıl cahillerin seviyesine inebileceğini sorgular Mustafa Kemal; cevabı da basittir: Onları kendi seviyesine çıkaracaktır!

Atatürk tüm planlarını bu yıllarda çoktan yapmıştır bile!

Savaşlar onun için geçicidir. Asıl savaş, cehaletle yapılacak olan savaştır. Bu sebepledir ki, Milli Mücadele’nin en hırçın anlarında dahi Ankara’da bir eğitim kongresi toplamaktan geri durmamıştır. Savaş esnasında, kendisini mesleğine adamış genç bir kadın öğretmeni konu edinen Çalıkuşu romanını çadırında okuduğu ve daha o günlerde çevresine bu kitabı okumalarını önerdiği bilinir. 

Cumhuriyet ile birlikte planlarını uygulamaya koyar Atatürk; eğitimi birleştirir, okullaşmayı arttırmaya gayret eder. Sonra Kara Tahta’nın başına geçer, insanlara yeni alfabeyi öğretir. Artık o, başöğretmendir! Ülkede hapishanelerden askeri karakollara, atölyelerden kurslara ve nihayetinde köylere kadar adeta bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Dönemin Fransız bir gazetecisi, ülkenin adeta açık bir okula döndüğünü yazar. Köycülük ve köylüğü eğitmek de ilk kez bu dönemde etraflıca tartışılır. Bunları Köy Okulları ve meşhur Köy Enstitüleri izler. 

Artık yeni bir nesil, yeni bir ulus filizlenmektedir!

İşte Başöğretmen Atatürk, daha dün Türk olup olmadığı sorulduğunda “Estağfirullah” diyen Anadolu’ya aydınlık tohumlarını serpmiştir. Onun yetiştirdiği öğretmenler, yukarıda işaret ettiğim gibi, türlü zorluklara göğüs gererek minik dimağlara uzanmaya çalışır, hala da çalışmaktadır. Herhalde birilerinin emeklerinin karşılığı ödenemeyecek kadar büyük ise, bu kişiler öğretmenlerdir. 

Bu kutlu gün ve haftada, başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutlar, saygılarımı sunarım.