“Bir CHP yazısı” 

Kurulan kumpasları anlamayan, ders almayan ve halkına odaklanmayanların siyaset yaptığı bir ülke olduk. Hangi “2. Yüzyıl”, neyin “2. Yüzyılı” anlayan varsa bana da anlatsın. 2023, 1923’ün 100. yılıysa eğer, peki 2024 ikinci yüzyılın ilk yılı diye mi bu içi boş ve karmakarışık söylemler?

Bu kadar halktan uzaklaşıp farklı ideolojilerin aşuresi haline mi gelmeliydi CHP? 

İngiliz emperyalizminin parlamentosunda uydurulmuş bir “sol sağ” saçmalığında, böylesine asıl kimliğini unutmuş hale nasıl geldi CHP? 

Bugünkü “Cumhuriyet Halk Partisi” hangi fikriyatın örgütüdür? Kendisini teşkil eden Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosuyla paralel hangi düşünceleri yaşama geçirmeye uğraşmaktadır? Dünya barışı, ekonomik ve sosyal hayata ilişkin CHP farkı nedir? CHP’nin asırlık “6 oku” dünden bugüne nasıl yansımıştır? 

Siz bırakın son kurultayda olan biteni. “Değişim” adına “gürültü” yapanların “değişim” kelimesinin anlamını bile bildiklerinden kuşkuluyum. Çünkü sözünü ettiğimiz siyasal ve kurumsal parti Cumhuriyet Halk Partisi. 

Bu parti, askeri emirle ya da sermaye desteğiyle kurulmadı. Bu parti Anadolu halkının, emperyalizme başkaldırısı olan İstiklal Savaşı mücadelesiyle kuruldu. Bu partinin temelinde askeri diktatörlerin “rap rapları” ya da komprador holdinglerin yeşil dolarları yok, CHP’nin temelinde Türk milletinin canı, kanı var… Binlerce şehidin inancı, kadınların namusu, çocukların gelecek umudu vardı! 

CHP’nin o “altı oku” bir yandan tarihinin kesinliğini bir yandan da geleceğe işaretin kodlarını taşıyordu. 

Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun, “değişim” iddiasıyla başına geldikleri CHP’nin geçmişi, Ulusal Kurtuluş savaşıyla başlar. Çünkü CHP’nin temeli, 1919’da Sivas’ta Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetinin kuruluşunun ilanıyla atıldı. 1923 Eylül’ünde ise yeni Türkiye’nin ilk siyasal örgütü haline geldi. 

Onun içindir ki, Cumhuriyet Halk Partisinin yasal kuruluşu 1923, tarihi kuruluşu ise 1919’dur!

1980 Amerikan damgalı, İngiliz akıllı askeri darbe, daha önceki benzeri darbelerden ders alan emperyalimizin yeni tezgahlarıyla bezenmişti. Türkiye, emperyalizmin yeniden şekillendirmek istediği Ortadoğu ve Asya yolunda önemli bir kapıydı ve geçilmesi gerekiyordu. Fakat Türkiye’de insanlar, Osmanlı devrindeki gibi değildi, üstelik Mustafa Kemal Atatürk gibi bir efsane liderleri vardı. Mustafa Kemal Atatürk, sadece ülkesini emperyalist işgalden kurtarmamış, sosyal hayatı ve milleti yeniden organize edecek devrimleri yaşama geçirmişti. İstiklal zaferi, biatçı toplumdan özgür ve eşit millet yaratmıştı. O millet artık gazete, kitap okuyor, tartışıyor, öğreniyor ve her anı sorguluyordu. 

Siyasette parası olan değil, beyni ve yüreği olan yürüyordu. 

İnsani değerler ve vicdan henüz cüzdan şişkinliğe bağlı değildi. 

Emperyalizmin hoşlanmadığı ne kadar yaşam biçimi, varsa Türkiye’de mevcuttu. Hayat pahalılığı, enflasyon, yokluklar ve kuyruklar olsa da birlik beraberlik slogan değil hayatın gereğiydi. Paylaşma, dayanışma yurttaşların ortak direnciydi.  

1946-1980 arası emperyalizm bir yandan, temeli İstiklal Savaşı’nda atılan siyasal birlikteliği “değiştirmeye” bir yandan da kendi emrinde yeni ve “boyalı” siyasal hareketler oluşturmaya çalıştı. Ve ne yazık ki başardı. 12 Eylül 1980’de Türk ordusu içindeki “emperyal işbirlikçilere” müdahale ettirildi. Hedef her ne kadar anarşiyse de gerçekte Atatürk’ün sistemiydi! 

Adına ister “gladyo” deyin isterseniz “emperyalizm” ama yapacağını yaptı, 1980 darbesi öncesinde, Osmanlı Devleti’nin sonunu getirecek tüm hamleleri, çağa uydurup yeniden Türkiye’ye dayadı. Sokaklarda gençleri birbirine kırdırdı, masum yurttaşları kahvehanelerde tarattı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kırmızı çizgileriyle oynayacak yeni tezgahlar da hazırladı. Önce Doğu ve Güneydoğuyu kana bulayacak bölücü bir tezgâh ve ardından da içinde hem din hem eğitim hem ticaret hem siyaset olan başına da salya sümük her şeye ağlayan, uzaktan kumandalı “sızıntı” yeteneği olan bir bela sardı Türkiye’nin başına. 

1980’den sonra tüm anayasa ve yasalarda, seçimden siyasal partilere kadar öyle değişiklikler yapıldı ki. En demokrat partiler bile bir anda “tek lider” biçimine girdi. Akıl yerine para, sadakat yerine menfaat tesis edildi. Siyaset, ticaret, din, ihale takipçiliği, ayırma kayırma “yeni demokrasinin” temelleri oldu. CHP dahil tüm partiler, sendikalar kapatıldı. Üç kişinin bir arada olması bile yasaklandı, elinde Nazım Hikmet’in şiir kitapları olanlar “anarşist” diye ihbar edildi ve gazetelere “ekonomi sayfaları” sokuldu. Hanedanlar hortladı, etrafı “papatyalar” sardı ama bunlar gerçekte “et yiyen çiçeklerdi” papatya değil!

Hatırlayın lütfen, darbeciler ve onların üst akılları, 80 sonrası Erdal İnönü gibi bir insanı “veto” ederken, sonraları büyük bela olacak ve 2016’da devletin varlığına kastedecek kişinin önünü açmadılar mı? 

Halkçı Parti adıyla ama “emirle” kurulan parti zaten millette karşılık bulamayacaktı. SODEP, SHP derken CHP yeniden hayatımıza girdi. Ama hayatımızdan “çıkarılan” CHP ile yeniden hayatımıza monte edilen CHP aynı mıydı? 

Gündeme “seçim” girinceye kadar kimse “önseçim” konuşmadı. Düşünebiliyor musunuz, “önseçim” ve “parti içi eğitim” sadece “genel başkan ve birkaç adamının” karar hakkıydı.

Darbe sonrası “genel başkan” olan kim varsa mesela “önseçim” gerçeğini kabullenmedi. Çünkü CHP’nin içinde “delege ağaları” türemişti. Bu “ağalar” kendi cahil varlıklarını devam ettirebilmek için, eş, dost, akraba, aydın cahil, genç yaşlı ve hatta CHP’li olmayanları bile, akla ziyan şekilde “üye yazdılar” yıllarca… Arada bazı “önseçim” denemelerinde öyle olaylar yaşandı ki, fikriyat, irade ve bilimin artık CHP’de yer bulamayacağı netleşti. 

Ama bu böyle olmalıydı… 

CHP, 1980 öncesi gelenek ve yöntemlerine dönmüş olsaydı, genel başkan istedi diye oradan buradan ve hatta yıllarca CHP varlığına küfür kıyamet yaklaşmış kişiler kabul edilir miydi? Ya da şehirlerin kendi yerel gerçeklerine aykırı insanların, şehirlere dayatılması mümkün olabilir miydi? Belediye başkanı, belediye meclis üyesi, milletvekili adayı, parti yöneticisi kriterlerindeki olmazsa olmaz kriter “CHP’nin tarihsel misyonuna inanmışlık” yok sayıla bilinir miydi? Bugün neredeyse “okuma yazma bilmemek” bile “kriter” değil hem CHP’de hem diğer partilerde. Velev ki okuma yazma bilmeyen zenginse… 

Bugün sadece çok zengin diye “altı oku” dahi bir çırpıda sayamayan, sözde devrimciliğini sağ yumruğunu kaldırarak gösteren o kadar çok “sayın” var ki… 

Ne biliyoruz ki? An itibariyle belki de “belediye başkan aday adayı” olanların bazıları “akıl, fikir ve vicdan” bilincinden yoksun. 

Bugün koşar adım 2024 yerel seçimlerine gidiyoruz. 

Daha üç beş ay önce, kazabileceği halde “bile isteye” seçim kaybeden CHP, bir anda -ki bu da bence hala gizemli- genel başkan değişimine gitti. 

Bir parantez açalım şimdi, Deniz Baykal’a yapılan kumpas ve ardından Kemal Kılıçdaroğlu isimli vekilin “genel başkan” edilişi… Üstelik garip olan, ortada Deniz Baykal’a “kumpas” konusu yokken, eski SSK müdürü ve CHP’li vekil Kemal Bey’in, özellikle Melih Gökçek’le ilgili iddiaları sürekli ekranlarda, baş sayfalarda oluşuydu. 

Hatırlayın, CHP’li bir vekil bir anda parlıyor, gündemden hiç düşmüyor, ardından vekilin liderine kumpas kuruluyor, genel başkan istifa ediyor ve “parlatılan vekil” CHP’ye “yeni lider” oluyor.   

Ya Bugün? 

Dedik ya 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye’de tüm yaşam eskisi gibi hiç olmayacak şekilde tanzim edildi. En “solcu” en “demokrat” insanlar bile 12 Eylül’ün tezgahından bir şekilde geçti. Geçmeyi reddedenlerse ya öldürüldü ya kaybedildi ya da idam edildi… Holdinglerde “yönetim kurulu üyesi” olan “eski solcular” toplantılarda “emekli darbecilerle” birlikte oturmadı mı? Ama bu da normaldi… “Sol” neydi ki? O sol “eski sol” değildi ki! Yeni solun adı “sosyal demokrasiydi”! Yani her şeyi yap, her yola ve kola gir ama arada “sol elini” kaldır… 

Bugün CHP, Atatürk’ün ideallerinden çok uzakta ama Atatürk fotoğrafları, heykelleri altında siyaset tanzimine çalışıyor. “Değişim” sloganıyla CHP’nin lider kadrosu olan Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun siyasi ikballeri, ne yazık ki önümüzdeki yerel seçim sonucuna bağlı. Sadece İzmir adaylıkları için bile düşe kalka, kırarak dökerek ilerleyen “Özel-İmamoğlu” zihniyetinin, aralarındaki olası krizlere rağmen akıbetleri 1 Nisan sonrasına bağlı. 

CHP’yi idare eden kişilerle, CHP’yi yönlendiren mefkurenin aynı olmadığını iddia ediyorum. Öyle ki sadece İzmir’e reva görülen muamele bile, Özgür ve Ekrem ikilisinin “yerel seçim konsepti” ile “genel seçim havasını” karıştırdıklarını çok net ortaya koyuyor. Son genel seçimde iki vekil adayını İzmir’de üstelik de liste başlarına dayatan güç, bugün CHP’nin yönetim iradesidir. O vekillerin seçilmelerinden aldıkları cüretle bugün “belediye başkanı” adayı olarak “yerel gerçeklerle” asla bağdaşmayacak saygısızca dayatmalara cüret edecek kadar İzmir’e “keklik” diye bakabilmektedir. 

İstanbul’da ancak ittifaklarla belediye başkanı olan Ekrem İmamoğlu’nun, 2024’te ittifaksız kazanması ne kadar mucizeyse, İzmir’e de saygısızca dayatmalara devam etmeleri, seçim sonucunda CHP’de yeni kurultay seslerini çıkaracaktır. 

Memnuniyet anketleri falan hepsi 12 Eylül faşizminin ürünü lider sultasının yansımasıdır. Anket diye bir saçmalığa dünyanın parasını yatıranlar elbette ki istedikleri sonuçlara da ulaşırlar istisnalar olsa da. İzmir’e belediye başkanı kadar meclis üyeleri de mercek altına alınmalıydı da ona sanırım zaman kalmayacak. 

İzmir’de bugün Tunç Soyer olmak üzere sadece büyükşehirde 8 ya da dokuz aday var.  Neden bu kadar çok aday adayı var ve Tunç Soyer’in neden ikinci döneminin önü kapatılmak isteniyor acaba? Bir de tarihin cilvesi, Tunç Soyer’in bir iki yıl “genel sekreterliğini” yapmış olan Buğra Gökçe de aday adayı. Geçmişte hiç olmadığı kadar da İstanbul medyası İzmir’le ilgileniyor. Fakat İstanbul medyasının ilgisi sadece iki aday üzerine Soyer ve Gökçe… Gökçe adaylığını açıkladıktan sonra birbiri arkasına patlatılan Muharrem İnce, Selin Sayek Böke, Özlem Çerçioğlu bombalarıyla acaba İzmir’in sinirleri mi sınanıyor yoksa neyin nabzı tutuluyor? Üstelik İzmir’i iyi tanıdığı iddia olunan Deniz Yücel ve Murat Bakan da “yeni yönetim saflarında”? 

Bir hafta sonra size Tunç Soyer ve diğer aday adaylarını yorumlayacağım. 

Daha birinci döneminde riske sokulan Tunç Soyer gerçeğinde ne yazık ki yine İstanbul merkezli oyunlar var. Ofisler, her gün Ankara ve İstanbul’a atılan e-postalar, garip WhatsApp grup iletişimleri, “kopyala, değiştir, yapıştır, yolla” faaliyetleri, lojman işgali, Atatürk milliyetçiliğini aşağılayıp, Kürt milliyetçiliğini çağdaşlık sananların eylemleri, bayrağa ve İzmir tarihine emperyalist bakışların belediye geleneklerine şırınga edilmesi. 

Ve tabii demokrasiyi yaşam biçim yapan bir başkanın iyi niyetinin çirkince istismarları… 

Son olarak… 

9 Eylül 2022 gecesi Tunç Soyer’in yaptığı konuşmaya “sessizce” ve “dolaylı” tepki gösterenler bugün Soyer’in ikinci dönemini riske sokanlardır. 

Gelecek hafta bu konuya açıklık getirelim… Kabul etsek de etmesek de bazen “cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşeli” oluyor!