Şubat da bitti. Ama ne şubat… 

1997’nin şubatı mesela? 

Atatürk’ün ve dava arkadaşlarının onca can, kan ve mücadeleyle kurdukları başı dik, alnı açık Türkiye Cumhuriyeti için “cehennem kapılarının” ardına dek açıldığı tarih… 

Siz bakmayın AKP’nin “iktidar” eylendiği tarihe… 

AKP’nin de önünün sonuna kadar açıldığı tarihtir 28 Şubat 1997…

Anadolu insanının başını örtenle kavgası olmadığı halde, “peygamber ocağı” orduda, şehit olmaya koşarken “Allah Allah” diye haykıran askerlerin dinle, namazla, oruçla sorunları olmadığı halde, kimsenin kimseye inancından ötürü karışmadığı halde önce “organize” edilen sonra “sorunlaştırılan” en sonra da akla ziyan “ikna odaları” ve sokaklarda kurgulanan saçma sapan olaylarla ve güya “bin yıl sürecek” bir harekete geçildi 1997’nin 28 Şubat’ında…  

Ne “gladyoymuş” arkadaş dediğimiz bu günlerde de Atatürk’ün “en önemli” iki eserinden CHP’nin hal-i pürmelali bana 1990’ların ekonomik ve sosyal kaoslarını hatırlatıyor.

1997, 1999, 2002’den 2024’e… 

Aslında senaryo o kadar muhteşem yazılmış ki içinde her şey kararınca var. İdealizm var fukaralık var süper zenginlikler var inşaat lobisinin faşizmi var, bolca aksiyon, hatta aşk ve ihanet ve bolca psikolojik sorun ve cehalet… Tabii olmazsa olmaz kibir ile kifayetsiz muhterislikler, yalan ve dibine kadar kandırmaca…

“Yersen” dediler “kuvvacı millete” yani “bize” ve hep beraber tam 27 yıldır yiyoruz işte… Peki bu senaryoda “başrol” kime verildi? Öyle uzun boylu, yakışıklı, renkli gözlü “cön” ile muhteşem güzel bir kadın/kız var mıydı? Hayır… 

Başrol “salya sümük” görünümlü bir “hocaya” verildi... 

1997 aslında AKP’nin önündeki taşların temizlenme vesilesi olurken, “hoca” Türkiye’den “kaçırılarak” senaryonun yeni bir sezon temeli atıldı. 28 Şubat “bin yıl sürecek” çok başka temeller attı… Emperyalizm, 9 Eylül 1922’de İzmir Kordon’da “tuş” edildiğinde, ABD Konsolosu Horton Efendi, “patronlarının” hesap defterlerini de bavuluna koymuştu. 

Lozan görüşmelerinde İngiliz’in İsmet Paşa’ya ettiği tehdit, artık rahatlıkla yazabilirim 1950’de düğmesine basıldı ama “uygulama” 1997’de başlatıldı. Hani geçen bir yazımda “100 yılda kaç Cumhuriyet” diye sormuştum ya? İşte bu gerçek kırılma dönemidir. 

Gün gelir de menfaatçi olmayan, “hocacı locacı” olmayan “gerçek” tarih araştırmacılığı “başlarsa” Türkiye’de özellikle 1800’den bugüne her satır değişecek, kesinlikle inanıyorum. Özellikle de “dinin” kimler ve hangi güçler tarafından Anadolu halkının tepesinde asılı kılıç haline getirildiği dönemler tam aydınlatılmalı. Unutulmamalı ki Araplar’ın “dinsel” bakış açılarını son düzenleyen İngilizler olmuştu. Thomas Edward Lawrence ve Gertrude Bell gibi isimlerin çabaları var tarihte. Tabii asırlar önce Ebu Süfyan soyunun da iyi araştırılması lazım. 

Neyse yazdıkça derinleşiyor… Ben konuyu bugüne kadar bir nevi “resmi sigorta” olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne getireceğim. Özellikle son kurultayla oluşan yönetim kadrosunun sebeb-i hikmetini öğrenebilecek miyiz bir gün bilmiyorum. Ama emin olduğum görünenle görünmeyen birbirine karıştı Atatürk’ün en önemli iki eserinden sonuncusunda… 

An itibariyle bir ay kadar var yerel seçimlere ama “yeni” CHP’de “değişim” kelimesinin sözlük anlamının tamamen değiştiği, “yeni” değişim sözcüğünün anlamının “hafızalara darbe indirmek” olduğunu söyleyebilirim. Aday belirlemelerden, seçim kampanyalarının yönetimine kadar her şey “yenilendi” CHP’de… Hatta bazı noktalarda AKP ile CHP arasında zerre fark da yok ki en ilginci bu. 

İzmir’de sadece bir dönem “başkan” olan CHP’li Tunç Soyer bu güya “değişimci” rüzgarla dışa atıldı hem de inanılmaz bir saygısızlık, nezaketsizlik ve linç gibi… Yerine de Karşıyaka’da yine sadece bir dönem “ilçe belediye başkanlığı” yapan Cemil Tugay aday yapıldı… Neye göre, kime göre, hangi kriterlere göre diye soruların artık gereksiz olduğu açık. Lakin yine aynı şekilde ve bilimsel karışlığı “nepotizm” olan hastalıklı değerlendirmeyle İzmir’in ilçelerin çoğunluğu belirlendi. Yetmedi aynı nepotik duygularla yerel meclislere üyeler belirlendi. 

Ben bu yazıda Özgür Özel ve o nepotik ekibinden başka kimseleri eleştirmeyeceğim bunu özellikle bilmenizi isterim. Tunç Soyer’i de onca sevgi ve saygıma rağmen at gözlüğü takmış gibi de savunmayacağım. Lakin, gözümün önünde tanımadığım bir insana yapılan saygısızlıklara nasıl karşı çıkıyorsam, tanıdığım Tunç Soyer ve Abdül Batur’a yapılan haksızlıklarda susmam, susmadım, susmayacağım. Aradan yıllar geçse de hatırlatmaya devam edeceğim. Velev ki onlar bana “yokmuşum” gibi davransalar da…

Tunç Soyer İzmirli seçmenlerin ekseriyet oylarıyla seçildi. Eğer yüz kızartıcı bir suçu ya da ihaneti olsaydı, zaten yargı da devreye girerdi. Kaldı ki Tunç Soyer, pandemi ve deprem gibi olağanüstü felaketlerde gece gündüz fiilen halkının arasındaydı ki ben şahidim. Peki “gerçekte” ne oldu? Bilen yok… Ama iddia ediyorum ki ben biliyorum. Birinci neden Ekrem İmamoğlu’nun Tunç Soyer’e karşı duyduğu “rekabet” endişesi, ikinci neden ise Tunç Soyer’in iyi niyetle oluşturdu “A takımı” ve kadrosundan “bazılarının” halk üzerindeki menfi ilgileri, riyakarlıkları, “her düzenin” adamı oluşları ve inanılmaz derecede “menfaatçilikleri”! Özellikle son yıllarda İstanbul’dan gelen “iki şahsın” İzmir kültür ve sanatına verdikleri büyük tahribatı size 1 Nisandan sonra yazacağım. Lakin şunu samimiyetle yazmam lazım saklamayacağım. Bir dönem daha Tunç Soyer’in hatalarından arınarak “aşkla” başkanlık yapacağına inanıyordum, olmalıydı. CHP’nin tercihlerine büyük oranla katılmıyorum. 

Bu arada baştan beri eleştirel yaklaştığımdan, şahsıma karşı girişilen tehditvari söylem ve davranışları da yazmalıyım. Aslında benim şahsıma karşı belki de kişiselleştirdiğim davranışlar, ana senaryonun gereğiydi. Zira CHP yönetim değişikliğinden sonra “patronluğu” tamamıyla İstanbul anlayışına devretti. Adayların kampanya yöntemleri, halka mesaj ulaştırma yolları, metinlerinin ya da “lansman” adını verdikleri tanıtım toplantılarının konseptlerini dahi belirleyenin İstanbul olduğuna eminim. İzmir’in adayları İzmir’in dinamikleri yok sayarak İzmirli’ye dayatma vaat peşindeler ne yazık ki. Ve bu durum 1984’ten beri yaşamadığımız bir durum. Bir örnek vereyim şimdi. Bu yazı kaleme alınırken bir sosyal medya mesajı patladı. İstanbullu ve ne zaman “usta” olduğunu bilemediğimiz bir aktör, tamamen iktidar adayının jargonuyla Tunç Soyer’e karşı çıktı. Aynı aktörün, kendi “popülerliği” içinde İstanbul’a mercek tutmadığını, iktidar icraatlarıyla ilgili bu üslupta bir karşılığı olmadığını da dikkatinize sunuyorum. Kaldı ki söz konusu Tunç Soyer olunca AKP’den önce CHP içindeki odakların da bazı karanlık faaliyetlerini düşünmek gerekir. 

İzmir’in seçimi İzmirliyi ilgilendirir ama bu seçimde adaylar, yok olmasını sadece seyrettikleri, kıllarını kıpırdatmadıkları İzmir basınını daha da çökertmek isteyen İzmir dışı güçlerin “ortakları” gibi davranıyor. İzmir böyle bir yerel seçim öncesi yaşamadı. Oysa böyle olmamalıydı…

2001 yılı Ocak ayına götüreyim şimdi sizi. CHP Balçova İlçe Başkanlığı Gençlik Kolu “Uğur Mumcu Etkinliği” düzenlemişti. İlçe başkanı, bugün Balçova Belediye Başkan adayı olan Onur Yiğit’in babası Ali Yiğit’ti… İl Başkanı Alaattin Yüksel’di… Balçova Gençlik Kolu Başkanı Umut Karaduman’dı. Hatırlıyorum da o gençlik kolu heyecanıyla ve inanmışlığıyla hem İzmir’e örnek hem de Balçova’da heyecan yaratmıştı. İlçe Başkanı Ali Yiğit de gençlerine güveniyordu. İşte o etkinlikte, milletvekilleri Bülent Baratalı ve Türkan Miçoğulları zeybek oynamış, vurgulu konuşmalar yapılmıştı. Ben de konuşmacıydım… Yani ben 2001 Ocak’ında CHP kürsüsünde “Uğur Mumcu’yu anma” konuşması yaparken, bugünün adaylarının çoğu çember çeviriyordu. Velhasıl CHP’yi bana “öğretmek” bugün kimsenin haddi olamaz. Buna İstanbul reisi de Manisalı kardeşim de dahildir. 

Şimdi CHP’nin Büyükşehir adayı hem de doktor, Cemil Tugay. Karşıyaka Belediye Başkanlığı öncesi pek tanımıyorum. Ama şimdi bakıyorum da ne kadar çok “kadim tanıyanı” varmış? Ama Cemil Tugay’a onca iddialı yüklenmelerin yapıldığı dönemlerde ben “sabır” dilemiştim, olayı öğrenmeye çalışmıştım. Ama bakıyorum da şimdi Cemil Tugay, kendisine “Hasan Tahsin’den uzak dur” diyenlerin arasında, bir zamanlar 5’le başlayan eleştiri getirenler olduğunu unutmuş. “Maaşlı troller, haberciler” kimler bilmem ama, İzmir’i İstanbul’la bir tutmamalı Sayın Tugay. 

İzmir’de AK Parti adayı Hamza Dağ… Gençlik kolundan beri tanırım. Hamza Dağ’ı da tanırım partisini de partisinin bana ettiklerini de… Ama mesela 2009’da partisi beni üç yıl adeta ev hapsine mahkûm ettiğinde, bugün bana “Hamzacı oldun” diyen bazı “tiplerin” 2009’da nasıl “sessiz kaldıklarını da” unutmam. 

Şubat’ın son yazısı bu… Eskiden “şubat soğuğu” olurdu… Şimdilerde ise “küresel iklim krizinin” egemenliğinde bir şubat… Baharlar gitti önce şimdi de kışlar yaz gibi, yazlar kış gibi olacak. Deprem riski, susuzluk ihtimali, gıda krizi, göç krizleri, zenginin daha zengin olup “faşizme” kayması, dinin ve etnik özelliklerin “savaş malzemesi” yapılması. Selamın bile rüşvetten aşağı hissedilmesi ve daha neler neler? 

Memlekette önder olanlar selam vermezken ben de kalkmışım eski dostların vefasızlığından dem vuruyorum. Yahu ben de az “deli” değilim. Ha, AKP adayı Hamza Dağ’a bir çağrım var, sempatikliğiniz, hoşgörünüz, sevecenliğiniz tamam da İzmir’in başka bir “delisi” hem de sapına kadar “gazeteci” Süleyman Gençel, onca darp, saldırı ve tehdide rağmen hapiste. Onu hapse “sokturanlar” ise zulümle abad olmuş. Lakin bir de söz vardır “zulümle abad olanın ahir berbat olur” diye… Hani hatırlatmak istedim…

Mart’ta görüşmek üzere bu köşede…